Eylem BULDU...
Kemal Kılıçdaroğlu'na yönelik 2019’da gerçekleştirilen saldırı, Türk siyasetinin karanlık anlarından birine işaret ediyor. Bu durum, Türk siyasetinde şiddet dilinin ve tehditlerin normalleşmesinin bir örneği olarak kayda geçti.
İktidar kanadı, Kılıçdaroğlu’na yönelik saldırıyı sadece küçük bir provokasyon olarak tanımladı. Hükümet, saldırganları yargı önüne çıkarma noktasında, karşıt görüşlerin iktidara karşı söyledikleri eleştirileri daha çok hedef aldı. Özellikle hükümet yetkilileri, muhalefeti suçlamak, halk arasında güven kaybı yaratmak ve bir tehdit dilini kullanmak adına, saldırıya dair açıklamalarını genellikle "provokasyon" veya "açıklama yapma gerekliliği" gibi ifadelerle sınırlı tuttu.
İktidarın bu yaklaşımının en belirgin örneği, dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun açıklamalarıydı. Soylu, Kılıçdaroğlu’na yönelik saldırıyı "provokasyon" olarak nitelendirerek, saldırganları suçlamak yerine muhalefeti hedef alan bir söylem geliştirdi. Soylu’nun açıklamaları, aslında saldırganları cezalandırmak yerine muhalefeti itibarsızlaştırmayı amaçlayan bir stratejinin parçasıydı.
Bu durum, Türkiye’deki demokratik ortamı ve toplumsal huzuru ciddi şekilde tehdit ederken, şiddet dilinin ve tehditlerin giderek daha fazla normalleşmesine neden oldu.
Ve bugün…
Özgür Özel’e yönelik saldırı, Türkiye’deki siyasi ortamda bu tür eylemlerin giderek daha fazla normalleşmeye başladığının acı bir göstergesidir.
Türkiye’nin demokrasi krizi derinleşiyor. Siyasi rakiplere yönelik saldırılar, muhalefetin sesini kısmaya yönelik baskılar, şiddet dilinin giderek normalleşmesi – tüm bunlar Türkiye’nin geleceği açısından ciddi bir tehdit oluşturuyor. Bu olaylar, sadece siyasetin değil, toplumun tüm kesimlerinin de karşı karşıya olduğu bir tehlikenin işaretidir. Şiddetin ve tehditlerin sona erdiği, demokratik değerlerin güvence altına alındığı bir Türkiye’yi inşa etmek, hepimizin ortak sorumluluğudur.
CHP'nin, Türkiye’nin en köklü siyasi partisinin ve ülkenin "Atatürk'ün partisi" olarak tanınan bu kimliğinin, saldırılarla hedef alınması, yalnızca partiye yönelik bir tehdit değil, Türkiye'nin Cumhuriyet değerlerine ve demokratik geçmişine de yapılmış bir saldırıdır. Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in temelleri üzerine inşa edilen bir partinin liderine yönelik gerçekleştirilen bu saldırı, Türkiye’nin Cumhuriyetçi, laik ve demokratik temel ilkelerine bir meydan okuma anlamına gelir. Bu bağlamda, bu saldırı sadece siyasi değil, toplumsal ve kültürel bir ŞİDDET olarak da değerlendirilebilir.
Dış Politika Perspektifinden Değerlendirme
Demokratik normlara dayalı bir dış politika izleyen ülkeler, bu tür şiddet eylemlerine karşı kayıtsız kalmamakta, genellikle güçlü bir şekilde tepki vermektedir. Türkiye’nin yerel siyasetteki birinci partisinin liderine yönelik yapılan saldırı, dış dünyaya, iç siyasetteki şiddet kültürünün arttığını ve demokratik süreçlerin ihlal edildiğini gösterir. Bu da Türkiye’nin uluslararası prestijini zedeleyebilir. Bir ülkenin demokratik yapısındaki bu tür erozyonlar, dış politikada yalnızlaşmaya ve uluslararası arenada daha fazla eleştiriye maruz kalmaya neden olabilir.
Türkiye’nin yerel siyaseti ve demokrasisi açısından, Atatürk’ün partisinin liderine yönelik gerçekleştirilen bu saldırı, sadece iç siyasette değil, dış politikada da büyük yankılar uyandıracaktır. Bu tür saldırılar, demokratik değerleri savunan tüm halkı tehdit ederken, Türkiye’nin uluslararası alandaki imajını ve saygınlığını ciddi şekilde zedeler. Türkiye'nin dış politikasının başarısı, içerideki demokratik yapısının sağlamlığına bağlıdır; dolayısıyla, bu saldırı sadece yerel siyaset değil, ülkenin dış ilişkileri için de bir dönüm noktası olabilir.